Yalnızca NATO Karşıtı Olmak Mümkün Mü?

 Yalnızca NATO Karşıtı Olmak Mümkün Mü?

Oysa TKP, TİP ve diğerleri gibi siyasi çevreler işte bu nitelikleri yalnızca AKP-MHP ittifakına ya da NATO’ya atfederek tarihi çarpıtmaktadır.

18 Aralık 2025

NATO, halk düşmanı politikaların ve anti-komünizmin askeri aygıtı ve uygulayıcısıdır.

Emperyalizmin en büyük yüzü ABD-AB birlikteliğinin silahlı gücü NATO, kendisine devrimci, sosyalist ya da halkçı diyen herkesin karşısında durması gereken bir yapıdır. Özellikle “soğuk savaş” denilen dönemin ardından, yani revizyonist SSCB’nin çözülmesiyle NATO güçleri çatışma bölgelerinde ve sahada görünür hale gelmiştir.

Gittiği her yere istikrarsızlığı, güvencesizliği ve yıkımı götürmüştür. NATO yalnızca birtakım ülkelerin silahlı kuvvetlerinin çatı oluşumu değildir, aynı zamanda anti-komünist ideolojinin, kontrgerilla taktiklerin, halk düşmanı politikaların ve insanlık onurunu ayaklar altına alan işkence tekniklerinin akademisidir.

En modern silahların ve savaş aygıtlarının elden ele gezdiği NATO, dünyayı kavuran savaş makinesinin en büyük tedarikçilerinin bulunduğu bir tezgahtır. Siyonist işkencecilerden, JÖH-PÖH gibi TC’nin özel savaş aygıtlarına; Patriot füzelerinden, cuntacı generallere bütünlüklü ve kurumsal bir örgüttür.

Dolayısıyla dünyanın dört bir yanından savaş karşıtları, hak savunucuları, devrimci-demokrat çevreler için NATO karşıtlığı temel ilkelerden birisidir.

Öte yandan bazı siyasi çevreler için NATO kötüdür ve bizden değildir ama TC ya da TSK “bizdendir”. İşte burada çok köklü bir revizyonizm ve dolayısıyla bir buhran bulunmaktadır.

Özellikle TKP, TİP, TKH ve benzeri siyasi çevreler bu tutumda istikrarlı bir şekilde hareket etmektedir.

“Soğuk Savaş”ta Takılı Kalmak

Emperyalist ABD ve onun rakibi sosyal emperyalist SSCB arasındaki çekişme, bir döneme “soğuk savaş” tanımıyla damgasını vurmuştur.

Revizyonizme saplanmış SBKP kadroları ve ideologları dünyanın dört bir yanında kendilerine has “komünist” partiler oluşturmuş ya da var olanları revizyonistleştirmişlerdir.

Dönemin militarizm yarışı kaçınılmaz olarak SBKP’nin revizyonizmine de sirayet etmiştir. SBKP revizyonizminin vitrinini militarizm, Rus şovenizmi ve sosyal emperyalizm oluşturmuştur. Dolayısıyla SBKP revizyonizminin takipçisi örgütler de kendilerince bu militarizm ikileminde hizalanmış ve çarpık bir NATO karşıtlığı oluşturmuşlardır.

Bu “karşıtlık” çarpıktır, zira NATO’nun karşısındaki bu revizyonist akım kendi militarist varlığını ezilen halkların ve sınıfların kurtuluş ordusu olarak lanse etmekteydi. Bu aslında revizyonizmin taktığı bir maskedir. Bu maskenin altında çeşitli ulusların şovenist politikaları ve sosyal emperyalizm biçimleri bulunmaktadır.

Soğuk savaşın militarist yarışı bu yazının konusu değildir ve söylemek gerekir ki bu yarışı başlatan, bir anti-komünist cepheyi çoktan oluşturmuş NATO’dur. Yine söylemek gerekir ki revizyonizm bu ikilemi elinden geldiğince çarpıtmış, devrimci niteliklerden ve ilkelerden uzaklaştırarak aslında bir anlamda emperyalist savaşları ya da küresel çatışma bölgelerini yeniden üretmiştir.

Günümüzde de modern revizyonizmden nasibini almış birtakım siyasi yapılar bu çarpık anlatıyı hala coğrafyamızda sürdürmeye çalışmaktadırlar. Her şeyden önce “NATO kötüdür, dolayısıyla karşısında ne varsa muhakkak iyidir” şeklinde bir yaklaşım, diyalektik bir yaklaşım değildir.

Günümüzde var olan tüm devletler kapitalisttir ve emperyalist sistem içerisinde bir yere sahiptir. Devrimci enternasyonalizmin yegane görevi açıktır: Kendi burjuvazini alaşağı et!

Anti-emperyalizmin en büyük silahı kendi burjuva devletine karşı bir sınıf savaşı yürütmektir. Revizyonizm işte bu görevi bulanıklaştırmış ve “komünist” partilere bir çeşit ulus şovenizmini entegre etmiştir.

“NATO Bizi Kandırıyor”

Buradaki hatalı yaklaşımlardan birisi NATO’nun halk düşmanı ve anti-komünist niteliklerinin TC’nin resmi ideolojisi Kemalizm’de halihazırda bulunduğunu görmemektir. Bu tür kaygan ve revizyonist ideolojilerin perspektifinden tarih, genellikle istenilen yerden, istenilen biçimlerde ele alınır. NATO, dünyanın birçok bölgesine ıstırap ve ölüm götürmüştür.

Keza burada da askeri faşist cuntalarla, tezkerelerle, özellikle Arap Baharı denilen isyanlar silsilesinde halkları etnik ve inançsal çelişkiler temelinde birbirine kırdırmış, var olan siyasal krizleri ve çelişkileri tetikleyerek ya da istismar ederek ülkeleri iç savaşlara sürüklemiştir.

Böylesi saldırgan politikalar devrimci ve demokrat kamuoyunda belirli bir hafıza oluşturmuştur.

Dolayısıyla NATO karşıtlığı, içinde bulunduğumuz toplumun birçok kesiminde karşılık bulmuştur.

Diğer yandan NATO bölgenin tamamına istikrarsızlık ve şiddeti tek başına götürmemiştir. İşte revizyonistlerin problematik anlatısı burada başlamaktadır. Çünkü NATO’nun bölgedeki en büyük ortağı TC’dir. Çok değil, son on yıla bile baktığımızda Türk egemen sınıflarının silahtarları neredeyse tüm çatışma bölgelerinde görevler almış, payına düşeni yapmış ya da daha fazlası için görev talep etmiştir.

İşte bu revizyonist siyasi çevreler, Türk egemen sınıflarının bu niteliğinin AKP-MHP ile başladığını anlatmaktadırlar.

Oysa şunu bilmek gerekir; TC, NATO’ya 1952 yılında katılmıştır. Bu birliktelik basitçe TC’nin yalnızlığı ve çaresizliği doğrultusunda olmamıştır. TC, resmi ideolojisiyle, egemen sınıflarının istekleriyle, Türk şovenizminin yayılmacı arzularıyla başlı başına halk düşmanı, burjuva aydınlanmacı ve tümüyle anti-komünist olduğu için iyi bir NATO üyesidir.

Nazi artıklarını dahi bünyesine alan NATO, elbette kendisini Ermeni soykırımını gerçekleştiren bir ideolojinin devamı olarak gören Türk egemen sınıfları ile ittifak kurmaktan kaçınmayacaktır. Kemalizm, ya da Türk egemen sınıflarının resmi ideolojisi, başından beri faşist ve anti-komünist niteliklere sahiptir.

TC, tarihi boyunca hiçbir zaman bu iki niteliğinden ödün vermemiştir. Savaşı ve devletin bekasını bahane edip soykırıma girişen fikir babaları gibi, kendileri de Türk-Yunan savaşını bahane ederek komünist kadrolara, Mustafa Suphi’lere, ölüm fermanı çıkartmıştır.

Anadolu’daki Rumların ve Ermenilerin mallarına çökerek kapital birikimi sağlamış, savaşın ardından Kürtlere karşı askeri imha operasyonları yapmak üzere kolları sıvamıştır. İşçileri kurşunlatmış, her şeye rağmen hayatta ve memleketinde kalan Rum ve Ermenilere karşı pogromlar düzenlemiştir.

Faili meçhul cinayetler, işkenceler, fişlemeler… tüm bunların kitabı TC’nin erken dönemlerinde yazılmıştır. Hal böyle iken NATO gibi bir oluşum TC’den daha iyi bir aday bulamayacaktır.

Oysa TKP, TİP ve diğerleri gibi siyasi çevreler işte bu nitelikleri yalnızca AKP-MHP ittifakına ya da NATO’ya atfederek tarihi çarpıtmaktadır. Belli belirsiz bir tarihsel eşik yaratarak öncesi iyi, sonrası kötü gibi bir anlatıyla hem resmi ideolojiyi yeniden üretmekte hem de devrimci mücadele tarihimizi ve enerjimizi yanlış noktaya yönlendirmektedir.

Siyasette bu tür majör, yani büyük yaklaşımlar ve eşitlemeler genellikle bizi hataya ve burjuva ideologların oyununa düşürecektir. Biz komünistlerin böylesi siyasi körlüklere düşmek gibi bir lüksü söz konusu olmamalıdır.

TSK, NATO’nun bünyesinde olduğu için “kötü” değildir ya da TC devleti AKP-MHP hükümetince yönetildiği için “kötü” değildir.

Türkiye Cumhuriyeti, faşist diktatörlükle yönetilen kapitalist bir devlettir. Bölgedeki pazarda payını büyütmek için askeri hamleler yapmaktan kaçınmayan, küresel kapitalist pazarda yerini korumak için emperyalist klikler arasında raks eden ve ülkenin tüm kaynaklarını, işgücünü piyasaya sunan, Türk burjuvazisinin egemenliğinde doğal olarak onları temsil eden bir devlet yapısıdır.

Bu revizyonist çevrelerin (hatta belki daha fazlasının) iddia ettiği üzere ne bu devlet ne de bu ülke bize aittir. Eğer devrimci bir enternasyonalizmden bahsediyorsak görevlerimiz net olmalıdır.

“Ancak, tüm ülkelerin hükümetleri ve burjuvazisi işçileri bölmeye ve birbirlerine düşürmeye çalıştıkça, bu yüce amaç uğruna sıkıyönetim ve askeri sansürü (savaş zamanında bile, dış düşmana karşı olduğundan daha sert bir şekilde “iç” düşmana uygulanan önlemler) ne kadar vahşice uygularlarsa, sınıf bilincine sahip proletaryanın, tüm ülkelerdeki ‘vatansever’ burjuva kliklerinin dizginlenemeyen şovenizmine karşı sınıf dayanışmasını, enternasyonalizmini ve sosyalist inançlarını savunma görevi o kadar acil hale gelir. Sınıf bilincine sahip işçiler bu hedeften vazgeçerse, bu, sosyalist özlemlerinden bahsetmeye gerek bile yok, özgürlük ve demokrasi özlemlerinden vazgeçmeleri anlamına gelir.” – Lenin, Savaş ve Rus Sosyal Demokrasisi, 1914