Düzeniniz Kadın ve Çocuk İşçi Katilidir!  ÖRGÜTLENELİM ve HESAP SORALIM!

 Düzeniniz Kadın ve Çocuk İşçi Katilidir! 

ÖRGÜTLENELİM ve HESAP SORALIM!

İşçi sınıfına yoğun bir sömürü dayatılırken aynı zamanda iş cinayetleri altında katliam gerçekleştirilmeye devam edilmektedir.

10 Aralık 2025

Türkiye’de “iç cepheyi tahkim” stratejisiyle kapalı kapılar ardında, adı konulmamış bir “süreç” devam ettirilirken, uluslararası alanda belli başlı emperyalist güçlerin yeni bir emperyalist paylaşım savaşı (3. Emperyalist Paylaşım Savaşı) hazırlıkları da tüm hızıyla sürdürüyor.

Halihazırda bir yanda ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği emperyalistleri diğer yanda ise Çin ve Rusya emperyalistleri ve bu güçlere eklemlenen bölgesel gerici güçlerin oluşturduğu bir saflaşma söz konusudur.

Esas olarak ABD ve İngiliz emperyalizminin, yeni bir emperyalist paylaşım savaşının başını çektiği, Çin ve Rusya emperyalizminin ise daha çok savunma ve zaman kazanma pozisyonunda olduğu görülmektedir.

Emperyalist tekellerin ve onların temsilcisi olan devletlerin pazar paylaşımı, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talan edilmesi vb. dalaşı içinde yeniden şekillenen saflaşmanın yekpare bir bütün oluşturmadığı; bu güçlerin hem kendi ittifak güçleriyle hem de rakip olarak ilan ettikleri güçlerle ilişkilerinde rahatlıkla gözlemlenebilir.

Aynı kampta yer alan ABD emperyalizmi, Rusya ile Ukrayna savaşında “barış” görüşmeleri yaparken, İngiltere ve AB emperyalistleri ise Rusya’nın “Avrupa’yı işgal edeceği” propagandası yaparak savaş tamtamları çalmayı sürdürmektedirler.

Kuşkusuz ABD’nin Rusya ile yakınlaşmasının arka planında, “2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesinde de bir kez daha asıl rakip olarak kodladığı Çin’i çevreleme stratejisi belirleyici olsa da bu durum “Atlantik İttifakı” arasında çelişkilerin açığa çıkmasına neden olmaktadır.

ABD, Avrupa’nın NATO’nun savunma kapasitesinin büyük bölümünü 2027 yılına kadar devralmasını istemektedir. Buna karşılık ABD’nin, Rusya-Ukrayna Savaşı’nı sonlandırmak için sunduğu 28 maddelik bir “barış taslağı” görüşülürken; NATO’nun Askeri Komite Başkanı Amiral Giuseppe Cavo Dragone, Rusya’nın drone’lar ve hibrit saldırılarla Avrupa’ya tehdit oluşturduğunu iddia ederek, “önleyici vuruşlar” yapılabileceğini ve bunun da bir “savunma eylemi” olarak görülmesi gerektiğini açıklamaktadır. (1 Aralık)

Bu açıklamalardan sonra NATO tarafından Karadeniz’de Rusya’nın “gölge filo” olarak adlandırdığı ticari gemilerine yönelik “önleyici vuruşlar” gerçekleştirilmiştir. Bu saldırıların ardından NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, “Rusya üzerindeki baskıyı artırıyoruz. Bu, Rusya’nın gölge filosuna karşı koymayı ve Kremlin için stratejik ikilemleri ortadan kaldıracak diğer önlemleri içeriyor” açıklaması yapmaktadır. (4 Aralık)

Öte yandan AB emperyalistleri, ABD’nin Rusya ile anlaşarak kendilerine “ihanet” ettiğini düşünmektedirler. ABD ile Rusya arasında Ukrayna savaşı ile ilgili görüşmeler sürerken, AB emperyalistlerinin kendi aralarında yaptıkları toplantıda kullandıkları ifadeler bu olguyu güçlendirmektedir.

Basına sızdırılan bu görüşmede Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron; “ABD’nin güvenlik garantileri konusunda net bir çizgi belirlemeden Ukrayna’yı toprak konusunda yüzüstü bırakma ihtimali var. Zelenskiy bugün bir tehlike altında” demekte, Almanya Şansölyesi Friedrich Merz ise Zelenskiy’i uyararak “Önümüzdeki günlerde son derece dikkatli olmalı. Hem sizinle hem de bizimle oyun oynuyorlar” dediği aktarılmaktadır. (4 Aralık)

ABD’nin yeni açıklanan “2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesinde bu yönelimine dair ipuçları vardır. Belgede “Savaş Bakanı” Pete Hegseth’in sıkça dile getirdiği “güç aracılığıyla barış” söylemi, “Barışın korunmasının en güvenilir yolu, rakiplerin yanlış hesap yapmasını engelleyen tartışmasız askerî güçtür” ifadeleriyle vurgulanmakta ve bu amaçla ABD’nin savaş harcamalarını artıracağı ve silahlanmaya daha fazla ağırlık vereceği ifade edilerek; “Amerika, caydırıcılığını sürdürebilmek için askerî yeteneklerini modernize etmek zorundadır” denilmektedir. (6 Aralık)

ABD’nin D.Trump yönetimiyle beraber attığı bu adımların, AB emperyalistlerini yeni arayışlara ittiği görülmektedir. Nitekim ABD Başkanı D.Trump’ın son Asya ziyaretinin ardından AB emperyalistleri de peş peşe Çin’i ziyaret etmektedirler.

Fransa Cumhurbaşkanı E.Macron’un Çin’i ziyareti gerçekleşmiş; Almanya Dışişleri Bakanı’nın da önümüzdeki süreçte Çin’i ziyaret edeceği açıklanmıştır. Rusya lideri V.Putin ise Hindistan’ı ziyaret etmektedir.

Uluslararası alanda yaşanan bu yoğun görüşme trafiği de göstermektedir ki emperyalist kamplar arasında kıran kırana pazarlıklar yapılmaktadır.

Dünya gericiliği çelişkilerin keskinleşmesine paralel olarak safları sıklaştırmakta, eski ittifaklar dağılmakta, yeni ittifaklar arayışları ve pazarlıklarla yaklaşan emperyalist paylaşım savaşına hazırlanılmaktadır.

Emperyalistler arası pazar rekabeti ve artan çelişkiler, bir yandan pazar için rekabeti ve Ukrayna’da olduğu gibi vekalet savaşları ortaya çıkartırken diğer yandan ise kendi aralarında çelişkileri daha da keskinleştirmektedir.

Dünya gericiliği içinde yaşanan bu saflaşmanın, özel mülkiyet rejimi üzerinden yükselen kapitalist sistem içinde ve zemininde yaşandığı gerçeğinin bilincinde olmak gerekir. Yine bu iki kampın yekpare bir bütün oluşturmadığının da altı mutlaka çizilmelidir.

Her iki kamp da özel mülkiyet sahipliğinde, daha fazla sömürüde, gezegenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanında ve bu anlamıyla enternasyonal proletarya ve halkların düşmanlığında ortaklaşmaktadır.

Sınıf bilinçli proletarya açısından bu gerçekliğin bilincinde olmak tayin edici önemdedir.

Bu, güncel olarak emperyalist kamplar arasında yaşanan saflaşmada ve bu saflaşmanın ürünü olarak şekillenen çelişkilerde, herhangi bir emperyalist ya da bölgesel gerici gücün arkasında doğrudan ya da dolaylı olarak yedeklenme tehlikesine karşı uyanık olmak demektir.

Önümüzdeki sürecin yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru evrildiği koşullarda enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının “kendi denenmiş bayrağı”nı yükseltmesinden başka bir çözüm yolu olmadığının bir kez daha altı çizilmelidir.

‘Cihanda savaş yurtta barış’ mümkün mü?

Uluslararası alanda bu gelişmeler yaşanırken Türk hakim sınıfları ve onların iktidardaki temsilcilerinin “Terörsüz Türkiye” adını verdikleri süreçte önemli gelişmeler yaşanmaktadır.

Mecliste kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”, AKP, DEM Parti ve MHP’den birer üyenin dahil olduğu heyetle birlikte 24 Kasım’da Kürt Ulusal Hareketi (KUH) lideri A.Öcalan ile bir görüşme gerçekleştirdi.

Heyetin A.Öcalan’la görüşmesi öncesinde ve sonrasında yaşanan “gittim/gitmedim”, “16 sayfalık tutanak, özet tutanak” vb. tartışmalarının ortaya çıkardığı tablo tam anlamıyla var olan sürecin “ruhu”na uygundur.

Ne var ki adı geçen sürecin başından itibaren, -tarafların hedeflediklerinden bağımsız olarak-, TC’nin A.Öcalan’ı “resmi muhatap” almış olmasının önemli bir eşik olduğu kabul edilmelidir.

Bugüne kadar A.Öcalan’la MİT aracılığıyla, “gayri resmi” yapılan görüşmelerin gelinen aşamada doğrudan siyasal parti temsilcileri aracılığıyla gerçekleştirilmiş olması faşist TC açısından önemli bir kırılmaya işaret ettiği gibi; bu gelişme aynı zamanda TC devletinin içinde bulunduğu “durum”a dair de bir fikir vermektedir.

Her açıdan sıkışmış bir rejimin, uluslararası alanda yeni bir paylaşım savaşının işaretlerinin arttığı koşulda; bir yandan bölgesel yayılmacı hayalleri diğer yandan ise elindekini de kaybetme korkusu, rejim içinde gerilimlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

KUH’un talep edilenleri yapmış olmasına rağmen AKP’nin ağırdan alması, MHP’nin ise aceleciliğiyle “Cumhur İttifakı”nın süreci deyim yerindeyse “mehter marşıyla yürütmeye” çevirmiş durumdadır.

Bir yandan “barış”, “kardeşlik”, “çözüm” ve “demokrasi” denilirken diğer yandan ağır hasta tutsaklar serbest bırakılmamakta, “idare gözlem kurulu” denilen faşist örgütlenmelerle tutsakların infazları yakılmaya devam edilmekte, rehin olarak tutulan siyasetçiler AİHM ve kendi Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen tahliye edilmemektedir.

Kayyum uygulamaları sürmekte, tutuklamalar ve ağır hapis cezaları verilmeye devam etmektedir. A.Öcalan tarafından savunulan “demokratik entegrasyon” ve mücadele sınırları ise TC tarafından net olarak ifade edilmektedir. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum; “Hiç kimse terör yoluyla ulaşamadığı ve asla ulaşamayacağı imkansız hedeflere hukuk ve demokrasi yoluyla erişeceği vehmine kapılmasın. Devletle ve toplumla bütünleşmenin çerçevesi bellidir, içeriği nettir. Milli birikimin ve milli devletin hiçbir esası tartışma konusu değildir” demektedir. (7 Aralık)

Türk hakim sınıflarının TC devletinin kuruluşundan itibaren Kürt ulusu üzerinde uygulayageldiği ulusal baskı politikası, hakim ulus imtiyazlarının her türlü yöntem kullanılarak devam ettirilmesi ve son elli yıldır Kürt ulusal hareketiyle mücadele adı altında yürütülen ırkçılık ve şovenizm politikası beraberinde faşist iktidarın manevra yapabilme kabiliyetini önemli oranda etkilemiş görünmektedir.

İktidar blokunun karşında sürece muhalif olan ırkçı ve faşist partilerin açıklamaları, sosyal medya platformlarında yürütülen tartışmalar ve kimi bireysel çıkışlar bunu fazlasıyla kanıtlamaktadır.

Basına açıklanan “özet”ten ve yandaş medyada yürütülen tartışmalardan, faşist iktidarın “süreç” adı altında özellikle Suriye bağlamında Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının tasfiye edilmesinde ısrarcı olduğu anlaşılmaktadır.

Heyetin A.Öcalan’la gerçekleştirdiği görüşmenin ardından yayınlanan özet “İmralı tutanakları”ndan anlaşılan, iktidarın Suriye Demokratik Güçleri’nin “silah bırakması” ve El Kaide-IŞİD artığı selefi cihatçı HTŞ ve Colani’ye “entegrasyon” adı altında biat etmesini dayattığı anlaşılmaktadır.

Bu dayatma aynı zamanda Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi topraklarına askeri saldırı tehditleriyle birlikte sürdürülmektedir.

Bu durum beraberinde Türk hakim sınıfları açısından meselenin sadece Türkiye’de Kürt ulusal sorunundan ibaret olmadığı, aynı zamanda başta Rojava Kürdistan’ı olmak üzere Irak Kürdistan’ını da kapsadığı anlamına gelmektedir.

Açıktır ki Türk hakim sınıfları açısından süreç, Kürt ulusal haklarının kabulü ve bununla eş anlamlı olarak ezen ulus imtiyazlarından vazgeçme ve “barış ve demokratikleşme” hedefinden çok, bir bütün olarak bölgede devrimci bir dinamik olarak KUH’u tasfiye hedefiyle ele alınmaktadır.

TC devleti açısından KUH için hedeflenen KDP çizgisidir. A.Öcalan’ın komünistler açısından teoride ve pratikte mahkum edilmiş olan tezleri, sosyalizm savunusu altında sosyalizmi, eşine az rastlanabilecek şekilde revize etme çabası vb. elbette tartışılacaktır.

Ancak bu tartışmanın, Kürt ulusal Hareketinin faşizme karşı yürüttüğü direnişe yönelik bir karalama ve Türk şovenizmini büyüten bir zeminden uzak yürütülmesi gerektiği açıktır.

Marksizm’e sahip çıkmak adına Kemalizm ve şovenizmle malul sol etiketli bilumum örgüt ve yapının yürüttüğü “ideolojik mücadele” bu anlamda, devlet gerçekliğini de başka bir noktadan çarpıtmakta, devleti AKP ile eşitleyerek yürütülen görüşmeler üzerinden Türk şovenizmini beslemektedir.

Diğer yandan egemenler cephesinden, önce Dohuk Forumu ve ardından M.Barzani’nin Cizre ziyaretiyle yaşananlar, (A.Öcalan’ın silahı reddetmesi ve fakat peşmergelerin silahlı olması, D.Bahçeli’ye yönelik açıklamanın içeriği vb. vb.) toplamda KUH için hedeflenen “çözüm”e dair bir fikir vermektedir.

Süreçle birlikte yeniden popülerleştirilen bütün o “bin yıllık kardeşlik”, “etle tırnak gibiyiz” söylemlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Önce Kürt ulusunun bir ulus olmaktan kaynaklı kolektif hakları tanınmalı sonra kardeşlikten bahsedilmelidir. Önce tam hak eşitliği, sonra kardeşlik savunulmalıdır.

Katliam düzenine karşı örgütlü mücadele

Türk hakim sınıfları açısından sürecin ana motivasyonu ise bir yıl önce “iç cepheyi tahkim” adı altında başlatılan, TC devletinin, yeni bir emperyalist paylaşım savaşı ve bu savaşın başta Orta Doğu olmak üzere coğrafyamızdaki olası savaş ve çatışmalara hazırlanmak stratejisi olduğu açıktır.

Türk hakim sınıf temsilcileri iktidarı ve muhalefetiyle “Terörsüz Türkiye” adı altında bu stratejide ortaklaşmışlardır. Bu stratejinin dışında hem iktidar kliğinin kendi içinde yaşadığı gerilimler, hem de iktidarın burjuva muhalefet üzerinde “yargı sopası”yla sürdürdüğü faşist baskı politikası hakim sınıf kliklerinin iktidar dalaşından bağımsız değildir.

Bu koşullar altında TC faşizminin işçi sınıfına ve halka karşı yürüttüğü “iç savaş” hemen her cephede sürmektedir.

Tepeden tırnağa halk düşmanı hakim burjuva kliğinin “Saray Rejimi” olarak da ifade edilen faşist diktatörlüğüyle karşı karşıyayız. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları 2024” istatistiklerine göre Türkiye’de yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında olanların oranı yüzde 29’dur.

Diğer bir ifadeyle ‘Saray rejimi”nin resmi kurumu bile Türkiye’de yoksul sayısını 25 milyon olarak açıklarken Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan; “Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan mevcut düzenin sürdürülebilir olmadığının altını her zeminde çiziyoruz” demektedir. (3 Aralık)

İşçi sınıfına yoğun bir sömürü dayatılırken aynı zamanda iş cinayetleri altında katliam gerçekleştirilmeye devam edilmektedir.

Yoksulluğun derinleşmesi ve patronların aşırı kâr hırsı “çocuk işçi” katliamının artmasına neden olmuştur. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’ne göre 2024’te 71 çocuk işçi, çalışırken yaşamını yitirmiştir. Bu yıl Kasım ayı sonunda ise ölen çocuk işçi sayısı 85’i bulmuştur. 2023-2024 ve 2024-2025 eğitim öğretim yıllarında Mesleki Eğitim Merkez’lerindeki (MESEM) en az 15 çocuğun sanayide veya inşaatlarda çalışırken öldüğü ifade edilmektedir.

Sömürü ve rant düzeni, aşırı yoksullukla birlikte MESEM adı altında çocukları, “kullan-at” işçi olarak gören bir düzen yaratılmış durumdadır. 2024-2025 eğitim öğretim yılı itibarıyla toplam 3 bin 954 mesleki eğitim okullarında 1 milyon 536 bin 242 öğrenci olduğu; 408 meslek eğitim merkezinde 420 bin öğrenci çalıştığı ve okuduğu, mesleki ve teknik eğitimdeki zorunlu eğitim çağındaki öğrencilerin toplam ortaöğretim öğrencilerine oranının yaklaşık %40 olduğu bir “başarı hikayesi” olarak açıklanmaktadır.

Faşizm tam bir “eti de benim kemiği de” düzeni yaratmış durumdadır.

Öte yandan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmakla övünülür ve her gün birer ikişer kadın katledilir, LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi ısrarla devam ettirilirken Cumhurbaşkanı R.TErdoğan, “Türkiye, kadın hakları konusunda kelimenin tam manasıyla altın yıllarını bizim dönemimizde yaşıyor” açıklaması yapabilmektedir. (5 Aralık)

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkına yönelik tam bir açlık, yoksulluk ve sömürü koşulları dayatılmasının bir başka örneği, açlık sınırı altındaki asgari ücret tartışmalarında da görülebilir.

12 milyon işsizin olduğu bir toplumsal gerçeklik içinde iktidar son olarak 11. Yargı Paketi’yle her türlü halk düşmanı suça bulaşmış, başta iş cinayetleri, deprem suçluları, kadın katillerini vb. vb. infaz düzenlemesiyle affedeceğini açıklamaktadır.

Bu sömürü, katliam, soygun düzenine karşı örgütlenmek ve mücadele etmekten başka bir kurtuluş yolu bulunmamaktadır.